10 Eylül 2014 Çarşamba

Gelin-damat fotoğrafları üzerine bir deneme…

Unutmamak gerekir ki, karşımızda iki insan duruyor. İki insanın gark olduğu duygular söz konusu. Onları kendi gerçekliğinden koparıp başka bir şeye dönüştürmek yerine, gözlerindeki o sevincin, o ışıltının, o heyecanın, o mutluluğun peşine düşmek; hayatlarının belki de en mutlu, en biricik anlarına yalın, ama sıcak ve samimi fotoğraflarla tanıklık etmek, evladır…

Farkına varıldığı gibi gelin-damat fotoğrafları bugün hayli revaçta. Ve bugün birçok fotoğrafçı için, bu alan bir geçim kaynağı. Kanımca işin bu yanı, hayli makul. Yani öyle ya da böyle ortaya koyulan bir emek söz konusu. Öyle ya da böyle insanlar/fotoğrafçılar, yaşamlarını idame ettirmek zorunda. Belki içlerinden bir kısmı, fotoğrafın diğer alan ve mecralarında hizmet vermek, üretimde bulunmak, çalışmak, hayatını böyle kazanmak isterdi. Lakin ülkemiz fotoğrafının en büyük sıkıntılarından olan mecra sorunu, fotoğrafçıların elini kolunu bağlıyor(du). Her geçen gün zorlaşan geçim sıkıntısı ise cabası.

Hal böyle iken söylemek istediğim, işin bu kısmı değil. Hayli kalabalık bir fotoğrafçı kitlesinin bu işe soyunması, hatta bu alanın bir sektöre, bir mecraya dönüşmüş olması da değil. Elbet bu konularda da eleştirileri ve farklı görüşleri olanlar olabilir.

Lakin benin kafama takılan, beni rahatsız eden yahut değinmek istediğim husus, gelin-damat fotoğraflarında görülen zevksizlik. Ne ki kiç, sığ, komik, anlamsız ve hayli cüretkâr gelin-damat fotoğrafları, şimdilerde birçok alanda karşımıza çıkıyor…

Meramımı, yine de şu -belki de gördüğünüz- fotoğrafla açmak istiyorum: Gelin yüz üstü, boylu boyunca yere uzanmış, ayaklarını yukarı kırmış yatıyor. Damat ise gelinin sırtına oturmuş, yavuklusunun saçılarını çeker vaziyette ve hallerinden memnun ifadelerle kameraya poz veriyorlar. Ve espasta, bu yetmemiş gibi sığ efektler…

Onca sıkıntı içinde kendimi sokağa atmış, biraz dağıtırım düşüncesiyle sahilde (Kadıköy) soluklanırken gözüme gelin ve damat ilişiyor. Yanlarında üçayak taşıyan, elinde bir kamera bulunan gençleri de fark edince, onlara dikkat kesiliyorum.

Üzerinde sanki normal objektif veya asal lens olan, en azından dar/kısa odaklı bir objektifle, kamerasını gelin ve damada çeviren delikanlı, kâh tripod üstünde, kâh elde, kâh eğilip bükülerek çiftin görüntülerini kaydediyor. Gelinle arasında hayli mesafe olmasına karşın fotoğrafçı sırt üstü yere uzanınca, mobil makinemle tuhaf gelen manzaranın, başka deyişle fotoğrafçının fotoğrafını çekiyorum. Bu bir izinsiz çekim olsa da, kamusal alanda fotoğraf çekmek için izin almaya gerek yok diye düşünüyor, kendimi teselli ediyorum. Asistanı olduğunu tahmin ettiğim genç, fotoğraf çektiğimi fark ediyor, ancak tepki vermeyince bu ikircikliğim bertaraf oluyor.

Bu pek anlam veremediğim davranış, bu ne yapılmak istendiğini anlayamadığım tavır bir yana, ‘sorun’ ya da ‘zaaf’ olarak tanımladığım iki husus var ki, bunların altını ısrarla çizmek istiyorum…

Güzellik ve zevk elbet görece bir kavram olmakla birlikte, yüzyıllar içinde oluşmuş ortak kanı, kıstas ve değerler de yok değil. Estetik üzerine yapılmış onca araştırma, onca gözlem, yazılmış onca kitapsa, bu meselenin öyle görecelikle geçiştirilemeyeceğini de ortaya koyuyor. Estetiği en kısa tanımıyla; özneyi ya da her neyse konuyu, sözü, tasayı, dikkat çekilen hususu en iyi anlatan, onu okunaklı kılan bir biçimsel yapılanma ile örmekten ibarettir diye özetlemek mümkün. Okunduğunda basit gibi gelen bu düzenleme, öyle kolay iş değil. Düşünü ki mutluluğu, acıyı, korkuyu, kaosu veya herhangi bir durumu, duyguyu, olguyu; teknikle, yani biçimsel yapılanmayla anlatmak zorundasınız. Siz bakmayın otlayan at ile, şaha kalkmış kişneyen atı aynı ışık altında çekip sergiye sunan, söz de ustaya, ustalara… Neyse, konu elbet uzun uzadıya açılmaya, tartışma, çok şey söylemeye müsait. Ancak biz yine de, çok sayıda görüntünün, bahis konusu olan alanda zevksiz, basit, kiç ve anlamsızca üretildiğinin altını çizelim.

Altını çizeceğimiz diğer bir husus ise belki de daha önemli olduğu kadar, şu ana kadar yaptığımız eleştirileri de daha anlaşılır kılacaktır. Çünkü sözünü ettiğimiz konu, gelin ile damat. İki insanın sevgisi, aşkı, sevinci, kavuşması, mutluluğu… Yani özetle önümüzde, ortada bu minvalde bir özne duruyor. O halde fotoğrafçının temel derdi, yaptığı tüm düzenlemeler ile konunun kendisine, konunun gerçekliğine hizmet etmek yönünde olmalıdır.

Sevinç, sevecenlik, neşe, heyecan, bahtiyarlık, mutluluk, sevi gibi kavramlar, fotoğrafçının mutlak öne çıkaracağı hususlar olmalıdır. Yan anlamsal bağlamda her öge, her düzenleme, bu kavramlara hizmet etmeli, onu okunaklı ve güçlü kılmalıdır. Nitelik, kadraja her şeyi dâhil edip, özneden, asıl konudan sahne ve söz çalmak değildir. Aksine, fotoğrafın ana konusu öznenin kendisi ve öyküsü olmalıdır. İşte estetik, onu okunaklı kılacak, onu, kolaycılığa kaçmadan en sade ve en kısa yoldan anlatacak düzenlemeler yapabilmektir... Ya da bir başka durumda kendini ve kendinden bir şeyleri ortaya koymak, özgünlük sergileyebilmektir estetik...

Zaman zaman ben de bu alanda fotoğraflar çekiyorum. Lakin mübalağa olmasın, öncesinde yüzlerce fotoğrafa göz atıyorum. Elbet ışık ve pozlama nezdinde teknik meselesi genel olarak çözümlenmiş bu görüntülerde dikkatimi, o eleştirdiğim hususlar, aşırı abartılmış, aşırı süslenmiş, aşırı oynanmış düzenlemeler çekiyor. Clarity, blur, softness gibi filtre ve efektlerle, çeşitli rötuş programları ile yüzlerdeki mimiklerin, karakteristik çizgilerin hatta gamzelerin, benlerin dahi silinmiş, yüzlerin adeta pudra veya fondöten ile sıvanıp bir maskeye dönüştürülmüş olması çekiyor. Kaşa, göze, ağıza ve buruna müdahale edilmiş olması ise cabası…

Demek istediğim, bütün bunlar kıvamında yapılabilir. Fotoğrafçı envai çeşit düzenlemede bulunabilir. Fakat unutmamak gerekir ki, karşımızda iki insan duruyor. İki insanın gark olduğu duygular söz konusu. Onları kendi gerçekliğinden koparıp başka bir şeye dönüştürmek yerine, gözlerindeki o sevincin, o ışıltının, o heyecanın, o mutluluğun peşine düşmek; hayatlarının belki de en mutlu, en biricik anlarına yalın, ama sıcak ve samimi fotoğraflarla tanıklık etmek, evladır…

Yani biraz da olsa kavramsal ve kuramsal düşünmek, öznenin gerçekliğinden yola çıkmak, her şeyi onun özüne göre tasarlamak gerekir. Böylesi kaygılarla yola çıkıldığında daha başarılı, daha içten ve ruhu daha çok hissedilen, yansıyan fotoğraflar çekmek mümkün olacaktır…

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                Not: Bana biraz fazla gelen softlaşmanın blok'tan kaynaklandığını hatırlatmalıyım...








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder