"Bak şu metaforun yüceliğine..."

Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ sözünü, ‘bana hocanı söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ cümlesine bağladı. Salonda, yüzlerden okunan müthiş bir memnuniyet eşliğinde kuvvetli bir alkış koptu. Oysa önerme, bahis konusu çocuklar olunca zihin, kip ve yönlendirme nezdinde hassastı, tartışılırdı. Haliyle bu yoğun tepkiye anlam verememiş, ‘atladığım bir şey mi’ var diye düşünürken gösteri başlamıştı.

Yaklaşık 15 yıldır bu hususta çalışmalar yürütüyor, çeşitli okullarda fotoğraf dersleri veriyordum. Üstüne kafa yorduğum, yazıp çizdiğim bu önemli konuya, çocuklarla yürütülen fotoğraf faaliyetlerine dair handiyse tüm çalışmaları, malum sıcaklık nezdinde takip etmeye, koşullar elverdikçe izlemeye çalışıyordum. Diğerleri gibi bu etkinliğe de, yeni bir ufka, yeni bilgiye, farklı bir bakışa, ilginç bir deneyime ve bu deneyimle elde edilmiş gözlemlere tanık olabilir, zenginleşebilirim düşüncesiyle katılmıştım...

Derken gösterinin birinci bölümü tamamlanıyor. “yarım elma gönül alma” başlığı ile sunulan gösteride okul ve çevresini konu edinmiş çocuklar. Veya öyle yönlendirilmiş. Ancak deyim yerindeyse aynı kalıptan çıkmış statik fotoğraflar, sanki yalnızca beni şaşırtıyor. Projenin eğitmen ve danışmanı Av. Altuğ Oymak’ın “sorusu olan var mı” cümlesine şipinişi atılıp “iyi de bu çalışmada çocuklara dair izler yok, haliyle özgün değil, adeta büyüklerin elinden çıkmış gibi. Bildiğimiz onlarca örneği yansılıyor, bu yetişkin yönlendirmesi kanımca risk içeriyor” erbabında sözler düşürüyor, bunları özetleyen bir soru yöneltiyorum. Keskin bir sessizliğe bürünüyor salon. (Yere göğe sığdıramadıkları ustalarına soru sormuş olmam, e biraz da sorgulamam, hiç hoşlarına gitmiyor. Ne ki daha önce de bu salonda ‘usta’lara ‘söz etmiş’tim. Bu gün usta diye lanse edilen kimi fotoğrafçıların zarar verecek boyutta yönlendirici olduğunu söylemiştim. Oysa, çizili ve sınırlı bir yapılanmanın bir kompozisyonun olmadığını; öznenin veya nesnenin kendi gerçekliğinden yola çıkmak gerektiğini; bir dert, bir anlatım, bir başkalıkla üretilen veya tasarlanan fotoğrafların esas, anlamlı ve özgün olabileceğini söylemiştim. [Sonradan, "sen ustaları bir kalemde siliyorsun, onlara söz ediyorsun" mesajları geldi ki tahminim doğruymuş.]) “Ne var bunda” diyor Oymak. “Şimdi büyükler gibi fotoğraf çekiyorlarsa, ilerde kim bilir nasıl fotoğraf çekerler” diye de ekliyor. Çocukların, büyükler gibi fotoğraf çekmelerinde mahsur görmeyen kalabalık, haliyle bu cümleyi de derinlikli bulup alkışı yetiştiriyor. “Ama” demeye, aklıma yığılan soruları dillendirmeye fırsat bulamadan, konuşmasını sürdürüyor Oymak. Güler Ertan’ın bir kitabından bahsediyor. “Literatür sayılabilecek bir kitap” diyor ve orada, ‘patlamak’ diye bir kelimenin, bir tanımın olmadığından dem vuruyor. “Fotoğrafta doğru pozlama vardır, pozlamayı doğru yaparsan fotoğrafta doğru olur, işte bu kadar, olay budur.” diye noktayı koyuyor. Bu cümleyi nereye bağlayacağını merak ediyorum ki devam ediyor. Bu kez bir jüride yer aldığından, birlikte olduğu İbrahim Demirel’den, onun “beyaz” isimli bir çalışmasından söz ediyor. “Demirel’e nedir bu beyaz diye sordum. Oda f 16, 125’e 16 dedi” diyor. Büyük bir sırrı açıklar edayla “işte bu, öyle derin, karmaşık falan değil!” diye tamamlıyor cümlelerini. Ben, yine bir bağ kuramasam da "hocam, harikasınız, bravo" tezahüratları eşliğinde alkış kopuyor...

“Paşa Camii'nde Yaşam” başlıklı ikinci bölümü izlerken, jeton düşüyor. Bu yersiz tepkinin, ağzımı açtığımda mırıldanmaların ve tahammülsüzlüğün altında, Anafod ekibinin düzenlediği bir gezide çekilmiş fotoğrafı, (izin alarak) sayfamda kullanmış olmam var. Ne ki çok eleştiri alan, bundan dolayı bana kızılan ve daha sonra tarafıma yapılan uyarı ile kaldırdığım o fotoğrafı da aşağıda paylaşacağımı hatırlatıp gösteriyi biraz açalım: Her biri ışığından perspektife, renklerinden kadrajına, belli ki düzenlenmiş, ‘kusursuz’, ama bildik, birbirini tekrar eden görüntüler, bir müzik eşliğinde akıyor. Aklıselim insanın, “bunları çocuklar çekmiş olamaz” veya “onlara dair bir şey, bir bakış yok” diyebileceği bu gösteri bu kez, aklıma düşen sorulara yenilerini ekliyor. Neden cami? Çocuklar için daha yerinde, daha yaratıcı, daha özgün olabilecekleri bir mekân seçilemez miydi? Ya da karar, hangi gerekçe ve nedenle dayanıyordu? Evet, çocuklarda, yer yer büyüklere taş çıkartacak fotoğraflar çekebilirdi. Hele her şey -hazır- sunulduğunda veya bu amaçla yönlendirildiğinde. Ancak bunun fotoğraf ve eğitbilim nezdinde ne kadar anlamı vardı? Oysa değerli olan, onların dünyalarını yansıtan, onları kalıplardan uzak tutan, tamamen özgün ve kendi olmalarını sağlayan çalışmalar değil miydi? Nasıl gördükleri, neye ilgi duydukları, nasıl yorumladıkları, ruh halleri, tüm kaygıları asıl mesele değil miydi? Kayıt altına alındığında bunlar, çok açıdan daha yararlı ve anlamlı olmaz mıydı? Bırakın çocukları, yetişkin bir insanın dahi, kendisi olması, asıl özgünlüğün ve değerli olanın, kendini ifade etmesi, kendi sözünü söylemesi değil miydi? Dahası çocuklar, yabancılaşmanın da etkisiyle büyüklerin aksine, sıradan, ama önemli bir detayı, ayrıntıyı fark ediyordu. Ve her türlü şartlamadan uzak olmaları, çeşitli açılardan çok önemliyken bu neden atlanmıştı? Heyhat, bunlar bir yana, bir metafor sayesinde çok şeye tanık oldum ki, durum tartışmaya hayli açık.

“ANAFOD Balıkesir Namık Kemal İÖO fotoğraf sunumu” olarak duyurulan bu etkinlik kuvvetli alkış eşliğinde sona eriyor. Çalışmanın, böyle düşünüyorum ki her açıdan öznesi olması gereken çocuklar, sahneye çıkabilir, açıklamaları ve sorulara verecekleri yanıtlarla kendilerini ifade edebilirlerdi. Ama olmuyor. Çalışma ve Altuğ’a methiyeler diziliyor. Hatıra fotoğrafları çekiliyor, tebrikler, kutlamalar bir birini kovalıyor. Pek mutlu pozlar veriliyor. Kayıt altına alınmayan söyleşi ve etkinliklerin, buralarda söylenen sözlerin, dillendirilen görüşlerin yok olup gitmesine, tüm bunların bir ‘eyleş’ten ibaret görünmesine sanki bir ben hayıflanıyorum. Geçsem, değmesem, boş verebilsem keşke. Ama yapamıyorum...

Sonra, ‘çocuk, işte bu!’ dedirten bir metafor gerçekleşiyor. Çocuklar, tam da onlara yakışan bir pratikle dondurma yemek istiyor. Sanki söylemek istediklerime bir gönderme, sanki bir doğrulama. ‘Bak şu Allah’ın işine, bak şu mecazın yüceliğine’ demekten kendimi alamıyorum. O halde durur muyum, bende katılıyorum aralarına ve yola koyuluyoruz. Meseleyi etraflıca kavramak derdi de var serimde. 'Eleştiri başka, arkadaşlık başka' demek istiyor, niyetimin sadece düşüncemi ifade etmek kaygısı da...

Siparişlerimiz geliyor ve sohbete koyuluyoruz. Altuğ, “biz hemen tüm fotoğrafları kurguladık, o insanları oraya biz koyduk” diyor. Gördüğüm o fotoğrafların kurgu olması kafamı daha da bulandırıyor. Çocuklara ait ne var diye düşünüyor, böylesi bir yöntemin ne kadar ufuk açıcı olabileceğini tahayyül ediyorum. Öyle ya, her şeyi hazırlamış hocaları. Sahneyi, kadrajı, hikâyeyi ve ötesini. Öğrenciye, bir deklanşöre basmak kalmış. Hayatlarında aldıkları bu ilk ders, bu çok bildiğimiz örnekleri yansılayan ilk fotoğraf çalışmaları, hayalimde yalnızca bir hayıflanma ile buluşuyor. Çocuklara dair bir projeye destek vererek sosyal sorumluluklarını yerine getirmenin rahatlığı ile bu ‘süslü’, ‘ince’, ‘duyarlı’ büyüklerin bu sorgulamayan, tartışmayan, görüş alışverişine dudak büken halleri de benzer bir duyguya gark ediyor. Sonra, asıl vurucu cümleler düşüyor ‘usta’dan. Kendimi kurtarıp düşüncelerimden söylediklerine kulak kabartıyorum. Bir fotoğraftan, cami içinde kadınlar bölümünü ayırmak için kullanılan bir ızgaranın arkasında duran bir insandan söz ediyor. “Ah o fotoğraf” diyor, gözlerini, yan masada dondurma kaşıklayan öğrencilere çeviriyor ve ekliyor, “ben yokken çekmiş öğrencim o fotoğrafı”, kırmızı giysiler giymiş bir insanı kastederek, “eğer o kafesin arkasında bir kırmızı olsaydı, of! o fotoğraf Fiap’ta yarışabilir, ödül alabilirdi.” diye söyleniyor. Büyük mutluluğuna ve başarısına gölge düşürmüş edayla dalıp gidiyor sonra…

Engin Kaban

"Anafod ekibi çekimde"

"Ah kırmızı olsaydı"


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder