“Neresinden baksanız 'iler tutar yanı yok' bir sergi ve düşündürdükleri…”

Salonda ‘in cin top oynuyor’. ‘Yanlış mı geldim’ diye söyleniyor, tarihi kontrol ediyorum. ‘12 Şubat 2013’, evet tarih doğru. ‘Ama niye kimse yok?’ Tabi ya, hafızamı zorlayınca, serginin bugün başladığını, ancak açılışın 16 Şubat’ta yapılacağını anımsıyorum. Nedeni ise malum. Yüze yakın fotoğrafın yer aldığı sergiye, dört yandan katılım sağlanmıştı. Ve insanlar yoğun bir tempoyla çalışıyor, koşturuyordu. E, haliyle hafta içi yapılacak bir açılış, anlamsız olurdu. Çünkü sayılar, kalaba ve nicelik bu zamanda hayli önemli, hatta gerisi taliydi. Bu hususu deşince altından çok şey çıkabilir, ama şimdilik o kadar ayrıntıya hacet yok.

Ancak bu kez, etrafa alıcı gözüyle bakınca sergi, henüz açılmamış izlenimi veriyor. Ne ki öylesine asılmış gibi ölçüsüz ve hizasız duruyor fotoğraflar. Aralardaki boşluklar da cabası. Herhangi bir kurgudan, herhangi bir düzenden söz etmek de olası değil. Nereden başlasam diye şaşırdığım serginin bir başı, bir sonu da yok maalesef.  Öte yandan sergiye dair bir metin, bir manifesto şöyle dursun, amaç ve kapsamına ilişkin tek bir açıklamanın yokluğu ise şaşırtıyor. Fark etmedim mi diye dört yanı, sağı solu tarıyorum, ama nafile. Sergiyi, izlemekten yorulup sıkılsam da baştan sona geziyorum. Ancak ne dişe dokunur bir anlatım, ne kayda değer bir kaygı, ne bir başkalık, ne bir yenilik, ne de bir yorum ilişiyor gözüme. Bugüne dek milyonlarca -hem de- iyi örnekleri görülmüş fotoğrafları yansılayan, birbirini tekrar eden bunca görüntünün yan yana gelmesinden öte bir cevap bulamıyor, ‘dekor sergi(ler)’ deyiminin buraya ‘cuk’ oturduğunu düşünüyorum. Oysa tekrar, yaratıcılığın karşıtıdır. Tekrardan sanat doğmadığı ise kitaplara çoktan yazıldı. Özetle sergi, ‘güzel fotoğraf anlayışı’ ile birebir örtüşüyor, tekrarın tekrarını tekrarlıyor, yazık ki aslını harcamaktan veya tüketmekten bir adım öteye geç(e)miyor…

İkinci gün. Sergiyi bir ucundan diğerine tekrar izliyor, mamafih zerre bir hisse gark olmuyorum. ‘Işıkla Yazıldı Sonbahar ve Kış’ başlığını taşıyan bahis konusu sergi, ne yazmış, ne söylemiş diye düşünüyor, bir ‘hiç’ cevabıyla birlikte maalesef vasat ve aşina bir yaratıcılıkla(!) yüz yüze gelmeme hayıflanıyorum. Derken dikkatimi bu kez, tek tip fotoğraflardan farklı ebatta basılmış görüntüler çekiyor. Diğerlerinde fotoğrafçı adları sağ alt köşede yer almış, ancak bunlar hem daha büyük basılmış hem de büyük puntolarla isimler ortaya yazılmış. Sözünü ettiğim bu fotoğraflar, serginin ‘eğreti’ afişinde, ‘değerli katılımlarıyla’ diye duyurulan Prof. Güler Ertan, Prof. Sabit Kalfagil,  Halil Nadir Ede ve Lütfi Özgünaydın’a ait. Sevgi ve saygının böyle ucuz yol ve yöntemlerle, çoğunluk pohpohlamakla karşılık bulduğu bu zamanda kafama takılan elbet ölçüler değil. Fotoğrafa dair üç-beş kitap okumuş hemen herkesin bildiği bir şey var: ‘Algıda seçicilik’. Ki her fotoğraf, içeriksel ve biçimsel olarak, yan ve ön anlamları, hatta görücüye çıktığı zeminler nezdinde bir yapılanmaya başka deyişle kendi yapılanmasına bağlı olarak bir büyütme oranına sahip olmalı. Heyhat, ‘nereden baksanız iler tutar yanı yok’  bir sergiden bunu beklemek, sanırım lüks olur…

Diğer yandan, ziyaretlerim esnasında, fotoğraf sahiplerinden ‘baskı istediğim gibi olmamış’ sözlerini işittim. Oysa baskı ise bir yorumdu. Anlatımın yegâne aracıydı. Başka deyişle dış örgü, iç yapılanmaya bağlıydı. Yani bir fotoğrafın teknik veya biçimsel yapılanması, o fotoğrafın içeriksel yapılanmasına bağlıydı. Ansel Adams, ‘zone sistemi’ boşuna mı bulmuştu. Tonları zenginleştirmek ve bununla birlikte bir duyguya, bir anlatıma gitmek için boşuna mı kafa yormuştu…

Lakin bir çağrı ile sonbahar ve kış fotoğrafları ısmarlanmış ve bir bütünlük, bir anlatım, bir kurgu kaygısı duyulmadan, bir elden, ortalama değerlerde tek tip baskılar yapılmış ve şaşalı açılışı, ünlü isimleri ve hengâmesi ile fotoğrafları ve amacı(?) gölgede bırakan bir ‘dekor sergi’ bir ‘stand sergi’ hazırlanmış, fotoğraf bir kez daha ucuz kaygılara meze olmaktan öteye geçememişti. Mamafih sergide, izleyiciyi yoracak ölçüde gereğinden fazla fotoğrafa yer verilmişti. Bir de, aydınlatması olmayan alana sıralanmış, hava biraz karardığında neredeyse seçilemeyen ‘talihsiz’ olanları vardı. Kısaca, hayli vasat sergi, pek aşina görüntülerden ibaret, en klişe bilinçle, Yedigöller benzeri görüntülerle sonbaharı, istisnalar dışında kardan ibaret fotoğraflarla da kışı resmediyor ve bundan öte zerre bir derinlik ve anlam taşımıyordu…

Tamam. Tek başına çok başarılı bulunabilecek fotoğraflar da söz konusuydu. Ancak bir sergi, bu anlama gelmiyordu. Başka deyişle bu anlama gelmemeliydi. Çok değil üç-beş yıl fotoğrafla haşir neşir her insan, biraz itina ve çaba ile böylesi fotoğraflardan yığınlarca üretebilir. Arşivinden böyle, üç beş sergi çıkarabilir. Lakin yine okuduklarımız arasında şu var: Böylesi fotoğraflar, ‘taslak’ birer kayıttan öte değildirler. Ki en iyi örnekleri ‘zanaat’ olarak tanımlanan ‘tanıtım fotoğrafı’na denk gelir. Gün doğumundan hemen sonra veya gün batımından önce deklanşöre basabilme eylemine haiz her insan, bunun çok iyi örneklerini verebilir.  

Ancak sergi açmak, -bu zamanda ya çok paraya, ya özel ilişkilere ya da popülerliğe bağlı olsa da- öyle kolay değil. Elbet böylesi zorlukları tasvip etmiyoruz. Ama evet, sergi açmak kolay olmamalı. Çünkü en azından misal bir sözü, öyküsü, başkalarını ilgilendiren bir derdi, bir başkalığı, bilinenin aksine bir yeniliği, kayda değer bir tanıklığı, bir belgesel niteliği, tarihe kanıt düşen bir yanı falan olmalı. Maalesef saydığımız bu hususları kapsayacak işler ortaya koymak, her şeyin kolaylaştığı, çokça tüketildiği, ilişkilerin ve statükonun belirlediği, maalesef parmakla sayılacak birkaç istisna dışında, birçok fotoğraf faaliyetinin popüler kaygıyla yürütüldüğü bu çağda maalesef zor görünüyor...

16 Şubat, açılış günü. Gidip gitmemekte ikircikliyim. Canımın sıkılacağını biliyorum. Ancak bir arkadaşımın davetini, gözlem ve yazma fikrimi bahane edip soluğu 'Şirket-i Hayriye Sanat Galerisi’nde alıyorum.

Çok değil bir-iki gün önce, ıssız gri salon, deyim yerindeyse ana baba günü. Ve içine topuk sesleri, sanat sözleri, fotoğraf sohbetleri ve kahkaha karışmış uğultu karşısında adeta şaşkın. Pek şık insanlar, parfüm kokuları, saçları yapılı nazik kadınlar, grand tuvalet erkekler, sanatseverler, fotoğraf âşıkları, kalabalık, sanırsınız büyük bir olay karşısında izdiham olmuş, bir kürsü önünde klişe teşekkür ve methiye dizen konuşmaları alkışlıyor. Arada ardı ardına flaşlar patlıyor, plaketler, belgeler alınıp veriliyor, alkışlar, mekânı inletiyor. Bir ‘u’ çizmiş yoğun kitleye ve ortama, fotoğrafların içine girip onlara ‘nesne’ olmuş insanların gözünden bakıyorum. Maalesef manzara, onlara, onların gerçekliğine ve hayata çok uzak…

Sonra o köşeden bu köşeye, o fotoğraftan diğerine hatıra fotoğrafları çekiliyor. Ustalar, hocalar, ünlüler… bir dakika olsun yalnız kalmıyor, o yüzlerden gitmeyen rol tebessümle, kameralara grup grup pozlar veriliyor. Sonra ustalara, mikrofonlar uzanıyor. Kulak misafiri oluyorum. İçinde ‘keyif’, ‘harika’, ‘büyük başarı’, ‘kalite’ ve de ‘sanat’ gibi sözcükler geçen; bildik, dillere pelesenk olmuş cümleler kuruluyor. Televizyoncu kıza yaklaşıyor, ‘söyleyecek bambaşka sözlerim var’ diyorum. Serde asilik, ciddiyete alerji ve nükte var. ‘Sende kimsin’ der gibi yüzüme şaşkınlıkla bakıyor. Sonra, kitlelere sunulacak ve çoğu zaman olduğu gibi asıl soruları sorulmamış ve sorgulamaktan uzak övgü dolu haberini yetiştirmek üzere salondan ayrılıyor.

Şimdilerde, popüler isimlerle soslanmış sergiler, etkinlikler moda. Ne ki bir duruştan, derinlik ve nitelikten, başkalık ve yenilikten, kavramsal ve kuramsal olandan, en anlaşılır dille bir kaygıdan yana olanların sayısı, maalesef günbegün palazlanan böylesi anlayışlar karşısında her geçen gün azalıyor. Sanat, kültür, tarih, sosyoloji, felsefe gibi bilimsel argümanlardan söz etmekse günbegün hükmünü yitiriyor. Dahası böylesi düşünceler, hasbelkader yetki sahibi olmuş ve sanata, kültüre ve özellikle fotoğrafa yeterince yakın olmayan kimi yapılarca, aynı zamanda muhaliflik olarak algılanıyor, ne ki aslında çok değerli olan muhaliflik, bir zaafmış gibi eleştiriliyor...

Ama öte yandan ünlü isimlerle anılmak, sanki insanlara, popülerlik ve statüko kazandırıyor. Ya da sanırsam böyle düşünülüyor. Ya da velev ki kazandırsın. Bunun ne önemi var?..

Şimdi n’olur iyice bir düşünün: Neden böylesi sergilere ‘popüler’ veya ‘ünlü’ isimler çağrılır? Amaç, serginin niteliğini artırmak mı? Yoksa vasat bir sergiyi kotarmak mı? Ya da kıyısından değindiğimiz malum kaygılar mı? Cevabınız nitelikten yanaysa, o halde aşağıdaki, -peki, biz ne söylüyoruz sorusuna cevap nezdinde düşüneceğiniz- önermelere ne diyeceksiniz? Veya böylesi önermelerde bulunmayan bir sergiyi,  bir fotoğraf çalışmasını  yahut ‘usta’yı nasıl değerlendireceksiniz?..

Her şeyi ile size ait işler üretin. Rüyalarınızdan, hayallerinizden yola çıkın. Unutmayın! İnsanın ne hissettiği, nasıl gördüğü, kaygısı, korkusu, düşü, umudu ve ona dair her şeyi belgedir. Tüm çıplaklığı ile kendini ortaya koyabilmek cesaretini gösterin. Zordur. Ama tarih ne kadar kıymetli ve önemli olduğunu göstermiştir. Basit ve yalın ama samimi ve farklı olun. Ki özgünlük budur. Sonra, zamanın acımasızlığı yahut zamanın yarattığı yıkıma dair bir şeyler söyleyin. Örneğin göçü anlatın. Tek tük örnek dışında, böylesi iç göç yaşayan ülkemizin göç olgusu ve daha birçok sorunu henüz enikonu bir çalışmayla belgelenmedi. Yarın, kaybedeceğimiz değerlerin, tarihsel ve kültürel olanın, sosyolojik derinlik taşıyan fotoğrafların peşine düşün. Bunlar üzerine çalışmalar yürütün. Kentleri fotoğraflayın, ama birbirini tekrar eden, o her şeyi tek düzleme indiren klişe fotoğrafların aksine fotoğraflar çekin. Misal Betonlaşmayı, kötü demir ve çimento işçiliğini anlatın. Her birinin kokusu, havası, atmosferi başka şehirlerimizin nasıl da birbirine benzetildiğini eleştirin. Olumlu ya da olumsuz bulduğunuz herhangi bir konuda değişimi gösterin. Ya da insanın insana yabancılaşmasını. Yahut insan hallerini. Hoşgörüsüzlüğün ve öfkenin hayatın içinde nasıl da normalleştiğini dillendirin. Sorular sorun. Düşündüren, dikkat çeken, sorgulayan çalışmalar yürütün. Olgular üzerine, nesnenin estetiği, öznenin gerçekliği üstüne kafa yorun. Misal ölümü anlatın. Ama içinde kan, silah, o bildik imgeler olmasın. Kışı anlatın, ama içinde kar, yağmur yer almasın. Misal kışı, kasvet(i) ile anlatın. Ya da insanlarda yarattığı o farklı etkileri, yol açtığı -ve yan anlam olarak içinde alt yapıdan çarpık kentleşmeye dek çeşitli sorunlara da değineceğiniz- sıkıntıları anlatın. Yani ne yaparsanız yapın işin kolayına kaçmayın, didaktik olmayın. Asla tekrara düşmeyin. İş ve düşüncelerinizin hayatla bir karşılığı olsun. Ya da hiçbir ilişkisi olmayan hayaliniz olsun. Çalışmalarınız ve düşüncelerinizle ‘güç’ü ve ‘iktidar’ı yahut modayı veya piyasayı kızdırın. 'Kızdırmak', kulağa hoş geliyor. Evet, öncelikle piyasadan öte işler üretin. “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünü o bilgeden hangimiz işitmedi? Bir yeniliği olsun çalışmalarınızın. Bu ülke insanının kendi köklerine nasıl yabancılaştığını, kendi ülkesine nasıl bir batılı gözüyle baktığını anlatın. Yalnızca ilk aklıma geldiği için ve bir nebze ufuk açabilir düşüncesiyle sıraladığım böylesi hususlar, evet, zor gelebilir. Ama unutmayın ki zoru başardığımızda daha manidar ve muteber işler ortaya koyabilir, tekrardan, yataydan ve piyasadan uzaklaşabiliriz…

Yoksa…

Engin Kaban  10 Mart 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder