"Haydarpaşa'nın ruhu yandı."




Onu alevler içinde görünce eve koştum, makinemi aldım ve kendimi şipinişi sokağa attım. Bana yakındı ve tanıklık etmem gerekirdi. Uzağında olup benim gibi düşünenler de çok elbet. Ama hemen her gün yüz yüze gelmek başka şey. İnsan, başka türlü bağlanıyor...

Koşar adım ilerlediğim sokakta yetişmek istediğim şey, onu alevler içinde görmekti. Öyle ya! Neden koşuyordum? Bilinçaltımda onu, yanarken görmek vardı. Ruhuna saplanmış darbenin akıttıklarını görmek ister gibi. Yarasına, en kötü haline tanık olmak gibi. Oysa bu tür görüntüler insanı irite ediyordu. O yüzden çoğu zaman detay fotoğraflar çekilir, en acılı olaylar bile endirekt yollarla anlatılırdı.


Ancak Kadıköy kıyısından karşısına yetiştiğimde zaten ateşi sönmüş dumanları tütüyordu. Hızla fotoğraf çekmeye koyuldum. Kalabalık, yara almış büyük bir esere, sanki bir canlıya üzülerek, acıyarak, hayıflanarak bakıyordu. Yüzlerden okunan ifade “bu da mı olacaktı" kavlindendi. Kafalardan yükselen yorumlarsa, “sabotaj”, “yaktılar”, “itfaiye geç geldi”, “otel yapacaklar” gibi sözcükler etrafında dönüyordu. Orta yaşın üstünde, ama alımlı bir kadın, “sonunda bunu da yaptılar” diyordu. Yakın zamanda ihaleye çıktığını, “yolu yok, ne yapıp edip sonunda otel yapacaklar burayı” diyordu okumuş görünen bir adam. Ama aklıma kazınan, konuşulanların benim için “punctum”u olansa şu kelimelerdi: “Haydarpaşa'nın ruhunu yaktılar..." Öyle ya! Yanmış, yara almış, güzelliği lekelenmişti…

Derken gün, yüzünü döndü. Alı al, moru mor gelen bir akşamın aksine, puslu, dumanlı bir gün batımıydı. Tuhaf, tarifsiz mavilik içinde, griye çalan boz bulutlar, aslında buluta da benzemeyen, sanki bir ressamın alelade attığı karaya çalan fırça izleri göze çarpıyordu. Kanlı fotoğrafları yetiştirmek üzere muhabirler işlerine dönmüş, meraklılar evlerinin yolunu tutmuş, amatör fotoğrafçılar hava karardı bahanesi ile ayrılmış, kalabalık dağılmıştı. Bir daha sadakatliler, bir müdavimler, bir de televizyon kamerasının etrafını sarmış insanlar kalmıştı. Bir yandan fotoğraf çekmeye devam ediyor diğer yandan bu insanların kameraya olan bu ateşli ilgilerini anlamaya çalışıyordum. Az önce, “çekme” diyen o amca spikerin ensesinde kameraya poz veriyordu. Fotoğraf makinesine temkinli, hatta zaman zaman tepkili yaklaşan bu insanlar, kamera karşısında ise rahat, istekli ve ilgili bir hal takınıyorlardı. Bunun nedeni neydi acep? Cevabı kafamı kurcalarken, art arda patlayan flaşlar dikkatimi çekiyor, ellerinde makineler, koca objektifler ile neler çektiğini çoğu zaman merak ettiğim foto-muhabirlerine takılıyor gözüm. Fonda Haydarpaşa, önde kestane satan seyyar arabadan oluşan ki, her şeye karşın hayatın devam ettiğini anlatmaya çalıştığım bu kadrajıma, hemen arkamdan o iki muhabirin aynı düşünceyle flaş patlattıklarını sanmıyorum. Fotoğraf çekerken kendimi kaybetmemden, hareketlerimden, yatıp kalkmamdan ve açı taramamdan etkilendiklerini, “burada bir şey var galiba” diye düşündüklerini söyleyebilirim ama. Ancak bundan öte asıl tuhaf olanı, ilgili ilgisiz her şeye flaş patlatmaları söz konusu ki, yapay ışıkla birlikte konu hem hacim duygusunu kaybediyor hem de yan anlamsal bağlarından koparılıp tek düzleme taşınıyor…


Son maviliğin kararmasıyla birlikte dönüş yoluna revan oluyorum. Ancak yol boyu yazmayı planladığım daha çok şey geçiyor aklımdan. Lakin hayatın rutin koşuşturmaları, sıkıntıları, açmazları malum. 
Çoğu zaman olduğu gibi bu niyetimi de ertelememe ve ilk heyecanımı yitirmeme sebep oluyor… Lakin birkaç fotoğraf eşliğinde bu düşüncelerimin bir kısmını yine de paylaşmak istedim…

Engin Kaban 
29 Kasım 2010



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder