"Fotoğraf ve Hayat"

"Edebiyattan bıktım, artık yazmayacağım." diyen 'insan yazarı' Sait Faik’e, Bedri Rahmi Eyüboğlu; "Son mütalaada seni okuyan bir lise talebesi varsa onun için yazmalısın.” demiş. Kimi çevrelerin gözünden düşsem, tahammülsüzlüğe maruz kalsam da sesimin ulaştığı son insana, son zemine dek 'olmayan bir iş'e, yazmaya devam edeceğim... 

“...İki sene önce Sirkeci’de bir dükkandayız. Alt sosyal kültürden olduğu bir delikanlı geldi. “Ağbi şuna bir film tak” dedi. (Söz film takmaktan açılınca, aklıma, Emre İkizler’in Temel Fotoğraf isimli kitabında yer alan şu sözcükler geldi, paylaşmak istedim: ”...Bu basit işlemi öğrenemeyenler, köşe başındaki fotoğraf baskısı yapan dükkanın tezgahtarına her seferinde utana sıkıla film taktırıp çıkararak aslında rezil olmaktadırlar. Bu utancı daha fazla yaşamamak için filmi, takıp çıkarmayı öğrenmek en doğru yoldur!..”) Satıcı da “renkli mi, siyah-beyaz mı?” diye sordu. Çocuk duraladı. Kafasından geçenler, apaçık okunuyordu: “renkli pahalı olabilir. Siyah-beyaz ne? Beyazı anladık da siyah ne?” bir 10 saniye bunları düşündükten sonra “beyaz olsun.” dedi...”

Fotoğraf Dergisi’nin 52. sayısında yer alan bu sözler ve hemen alt satırdaki cümleler Prof. Mehmet Bayhan’a ait:  “...Özellikle FIAP ile ilişkilerde kişilikleri aşarak kurumsal düşünmek gerekmektedir. Tüm ülkelere karşı Türkiye'nin itibarı etkilenir de ondan. Biz tartışmamızı içimizde yaparız. Ama dışarı, batı toplumlarının yüzyıllardır geliştirdikleri kentsoylu kültürünün kurallarına uygun biçimde açılmalıyız. Ki bu tür konularda hiç hoş görüleri yoktur ve hemen "az gelişmiş ülke ne olacak” yargısını yapıştırırlar...”

Gün batmış, geriye alı moru kalmıştı. Gök; parlayan, sönen, kızarıp sararan tuhaf bir mavinin içinde anbean değişiyordu. Kadıköy Rıhtım’da, deniz kıyısındayız. Vapurdan boşalan yolcular, hummalı bir koşuşturmayla geçiyorlar önümüzden. Arka fonda İstanbul’un tüm güzelliği. Camilerden, Haydarpaşa’dan, yapılardan düşen ışıklara eşlik eden kentin ilk ışıkları vuruyor denize. Renkler, ışıklar raks ediyor suda. Denizin üstünde çığlık çığlığa martılar, gidip gelen vapurlar, tekneler, kayıklar, kıyısında balıkçılar ve insanlar... Bu atmosfer, bu başka kokan saatler, bu mevsim, insanı sarhoş ediyor... Gözüm bir ara, bu koşuşturmanın, bu kalabalığın içinde elinde fotoğraf makinesi taşıyan, Mehmet Bayhan’ın istihza ile söz ettiği “alt sosyal kültürden” bir delikanlıya takıldı. İşsizleri milyonları aşmış, eğitimin pahalı, milli gelirin düşük, dağılımı adaletsiz,  otuz yıllık enflasyon toplamında birinci, yolsuzlukta ise Dünya 13. olan ülkemizde bu delikanlı, belki de Mehmet Bayhan'ın karşılaştığı o kişiydi. Sokuldum yanına. “Fotoğrafçı mısın” dedim. “Yok kardeş, fırıncıyım.” dedi, makinesini elime tutuşturup ekledi; “bizim bir fotoğrafımızı çeker misin?”  Bankta oturmuş yaşlı annesini kaldırdı, dönüp İstanbul’a baktı, yer beğendi, elini omuzuna sardı annesinin. Anne de oğluna sarıldı. Yüzlerine bir tebessüm kondu. Öyle candan, mahzun ve içli...

İFSAK Fotoğraf ve Sinema Dergisi son sayısında, “anı fotoğrafı”nı konu edinmişti. Bu başlık enikonu işlenmemiş olsa da, kanımca derginin kısa giriş yazısı, söz konusu tanımı yeterince özetliyordu. Derginin kapağında ise August Sander’in “Genç Çiftçiler” isimli fotoğrafı vardı ki, işte bu fotoğraf birşeyler söylemeye gerekçeydi. Birincisi, bu fotoğraf anı fotoğrafı, ya da daha ılımlı bir deyişle, yerinde bir örnek değildi. Siz, dondurulmuş herhangi bir an’ın anı fotoğrafı olduğunu iddia ediyorsanız sözümüz yok. (Ancak bir görüş doğru olsaydı, zaten anı fotoğrafı diye bir tanım olmazdı.) İkincisi, ki üzerinde önemle durmak istediğim konu, bu fotoğrafın bize ait olmamasıydı.  Geçen ayların birinde ülkemizde çıkan Atlas, Skylife, Ulusoy, Travel, Gezi, Voyager, Fotoğraf ve Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi’nin kapaklarında  ülkemize ait olmayan fotoğraflar vardı. Bu bir tesadüf, yoksa batıya bir öykünme miydi? Tartışılır; ama kendi ülkesine batılı gözüyle bakan bir kuşağın boy verdiği, kimi fotoğraf çevrelerin de bu anlayıştan beslendiği ortadaydı. Kaldı ki, “aklıselim”e projeksiyon tutan birçok şey, birçok olay bu durumun resmini aralamaya devam ediyordu...

Geçenlerde Vehbi Koca’nın çabası ve emeği ile Londra’da, “Türkiye’den fotoğrafçılar”, “Türkiye’den siyah-beyaz fotoğrafçılar” diye bir sergi açıldı. Böyle bir iddiam(ız) olmasa da -öyle ya da böyle- ülkemizi temsil eden bir karma sergiyle görücüye çıktık. Bu sergide ilgimi çeken, Kerim Bora ve Merih Akoğul’un fotoğrafları oldu. Çünkü her ikisi de başka ülkelerde çekilmiş fotoğraflardı. Bora Küba’ya, Akoğul ise Avrupa’dan bir kente ait fotoğraflarla katılmışlardı. Böylesi durumlarda gönül, “neden kendi değerlerimizden, kendi köklerimizden beslenmiyoruz” sorusunu sormadan edemiyor. Avrupalıya, bize ait olan onca “değer”in yerine kendi kentlerinden fotoğraflar göstermek çok mu matahdı? Gel de, bir kere daha Hasan Bülent Kahraman’ı anımsama: “...Zaten sanatın toprağı da kaynağı da kendisidir. Gerisi laf!..”

İFSAK’tayım. Tarih, 18 Mart 2004. Ayın etkinlikleri kapsamında konuk İlteriz Tezer, konu zone(zon) sistem.  Merih Akoğul bir yazısında “...Bugün Türkiye’de “Zone sistem” deyince ilk akla gelen isim hiç kuşkusuz Bülent Özgören’dir...” diyor. Özgören’in, başarılı baskılarının dışında bir özgünlüğü, bir anlatımı, bir tavrı olup olmadığı tartışılan “Işığın Peşinde” başlıklı sergisiyle birlikte zon sistem’den sıkça bahsedilir oldu. Ben Akoğul’un görüşüne, başka isimlerden söz etmediği için katılmıyorum. İlteriş Tezer’in kısa zamanda özetleyip “işte zon sistem bu” deyişine de. Perdeye, sıfırdan 10. zon’a  uzanan tonlar yansımıştı. Tezer, “Karda çekim yaptığımızda, pozometremiz bize 5. zon’a denk gelen bir pozlama değeri verir” dedi. “Oysa biz kar fotoğrafı çekiyoruz, bu değerde çekim yaparsak kar gri tonda çıkacaktır” diye de ekledi. Çözüm önerisi ise kar beyazını (9. zon’u) göstererek, “arada 4 ton, 4 zon var, 4 stopluk fazla pozlama ile doğru pozu, kar beyazını buluruz” olmuştu. Çantamızda, 4-5 adet film bulundurmamızı, her fazla poz için ayrı film kullanmamızı  (yani bir stopluk fazla pozlamaları bir filme, iki stopluk fazla pozlamaları diğer filme, üç stopluk fazla pozlamarı bir diğer filme gibi...) önermiş, neyse ki filmlerin bu pozlamaya denk gelen banyo süreleriyle yıkanmasını da eklemişti. İyi de, bu durumda filmler hangi sürede yıkanacak, bu süre nasıl bulunacak sorusu gelmese de, İlteriş Tezer, yıkama sürelerini evde unuttuğunu, isteyene ulaştırabileceğini söylemişti. Yine bir başka cümlesindeTezer, siyah-beyaz bir fotoğrafta gri bir tonu göstererek, “ölçüm yaparken işte buradan, 5. zon’a denk gelen bu noktadan ölçüm almak çoğu zaman doğru pozu bulmamıza olanak tanır” demişti.

Oysa bir film, kaç stopluk bir pozlama aralığına sahipti? Mevcut banyo ve filmler, iki stoptan fazla, az yahut çok yıkamalara elverişsiz değil miydi? Hangi tonlar/alanlar çekim, hangileri banyo aşamasında çözümlenmeliydi? Önce, pozometrenin doğru ölçüm yapıp yapmadığından emin olmak gerekmez miydi? Pozometre testi nasıl yapılırdı? Hangi durumlarda ışıkölçer yanlış ölçüm verirdi ve kaç stopluk müdahalelerle doğru sonuca gidilirdi? Agrandizör ve banyo testi nasıl yapılırdı ve bunların görüntüye, görüntünün tonlarına etkisi yok muydu? Bir, iki veya üç stopluk fazla ya da az pozlamalarda, bu pozlamalara denk gelen yıkama sürelerinin matematiksel bir değeri, bir orantısı, bir standardı yok muydu? Banyoların, özellikle geliştirme banyosunun içinde bulunan kimyaların görevleri, özellikleri neydi? Sert ve yumuşak geliştirici ne demekti ve bunların görüntüye etkisi hangi yöndeydi? Banyo süresinin, sıcaklığının, ajitasyonun görüntüye, tonlara etkisi yok muydu? Duyarlı malzemenin özellikleri, ortak özellikleri zon sistem’i ilgilendirmez miydi? Bir siyah-beyaz fotoğrafta asıl çözülmesi gereken sorun, kontrast değil miydi? Kontrastı etkileyen faktörler, çekim ve banyo aşamasında kontrastın denetelenmesi önemli bilgiler değil miydi? Yoğunluk neydi, bir negatifin yoğunluğu nelere bağlıydı? Pozlamanın yoğunlukla nasıl bir ilişkisi vardı? Banyo sonrası işlemlerle tonlarda değişiklik yapılamaz mıydı, neydi banyo sonrası işlemler? Zon’ları, siyah-beyaz tonları okumak, kavramak ve görmek, gözümüzün gördüğü gibi renkli görüntüleri anında dönüştürme pratiğine sahip olmakla mümkün değil miydi? Mesela hangi renk, hangi ışık koşullarında 5. zon’a denk gelirdi?.. Soruları çoğaltmak mümkün. Ama, tüm bu sorular ve yanıtları, zon sistem’in içinden çıkılmaz, herkesin yapamayacağı karmaşık bir yöntem olduğu düşüncesini içermiyor. Ve İlteriş Tezer'in bunları bilmediğini de...

Bir fotoğraf kurumu, temel karanlıkoda ile ilgili bir seminer vermemi önermişti. Karşılarına yukarıdaki soruların cevaplarını da karşılayacak bir program çıkarmıştım. Programı uzun, birazda gereksiz bulan kurum bu nedenle önerimi, bende onların çok önemli bilgilerin pas geçildiği, yalnızca karanlıkoda’dan ibaret programlarını kabul etmemiştim. Oysa fotoğraf ve tüm alanları, olmazsa olmaz bir bilimsel bilgiyi, işlemi ve tekniği içeriyor ve gerektiriyordu. Gerisiyse hep eksikti... 

Zone sistem başlıklı söyleşinin ardından bir kere daha hayıflanarak ayrıldım İFSAK’tan. Hep söylediğim gibi, keşke, herkesin yaptığı gibi her şeye oldu bitti gözüyle bakabilseydim. Bıraksam, başkaları gibi olabilirim. Başkaları gibi ötekine hiç değmeyen, dokunmayan, değmemesi ve dokunmaması için de üzerinde kılı kırk yaran hesaplar yapabilirim; ama olmuyor... 

Dolmuşla, Beşiktaş’a doğru yol alırken kafamda sorular, düşünceler, sözcükler dolanıp duruyordu. İyi bir çalışması olan bir fotoğrafçı arkadaşım malum nedenlerle sergi açamıyordu. İstanbul Fotoğraf Merkezi’nin desteğiyle Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi, “Genç Soluklar” başlıklı bir proje hazırlıyordu. Proje özetle, Türk fotoğrafına yeni isimler kazandırmayı ve fotoğrafçıların konulu çalışmalar üretmesini teşvik ediyordu. Fotoğraf Vakfı’da yakın tarihlerde benzer amaçlarla burs açmıştı. Ancak biri 35, diğeri ise 30 yaşın altında olma koşulu getiriyordu. Diyelim ki, hem çok iyi bir çalışmanız hem de desteğe ihtiyacınız var, ama sizin yaşınız 36 veya üstü, ne olacak? Denk gelmişken ilgili kurum(lar)a şu soruyu sormak istiyorum: Amacınız, fotoğraf sanatına mı destek vermek, yoksa bir hayır kurumu gibi davranıp gençleri mi desteklemek? 

Bunları muhakeme ederken gözüm bir ara “gök kafes"e ilişti. Bozmasın diye o güzelim İstanbul’un siluetini, ne çok çaba harcandı; ama olmadı. Olmadık entrikalarla dikildi “gökdelen kondu”. İstanbul şehrinin manzarası, göğü çalındı. Adını insanlar o yüzden “gök kafes” koydu... Bu demir yığını binaya bakarken çok tartışılan hatta bir öğretim görevlisinin seçiminde “kayırma” olduğu iddiasıyla fotoğrafını geri çekip protesto ettiği bir yarışma geldi. Kodak’ın düzenlediği o fotoğraf yarışmasının ödülleri, bu çok yıldızlı otelde düzenlenen görkemli bir törenle sahiplerini bulmuştu... 

Bir ara şoför, elindeki para destesini uzatıp, “şunları sayar mısın” dedi. Şaşırdım. Bir anda tüm düşüncelerimden sıyrıldım, parayı saydım ve iade ettim. İçime bir sevinç doldu: Ne mutlu! insanlar hala birbirine güvenebiliyordu ve hala insana güvenen insanlar vardı... Hangisi daha gerçek; hayat mı, fotoğraf mı?..

Engin Kaban  mart, 2004






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder