“Kamil Fırat, 'taştan izin aldın mı?'”

Meramım, ilk hatırımda kalanları sıcağı sıcağına paylaşmak ve aktarılacak değerlendirme, görüş ve yorumlarla birlikte, Kamil Fırat’la gerçekleştirdiğimiz seminerimizi daha da sindirmek. Ki söz uçmasın, akıp gitmesin diye…

Kamil Fırat, dile kolay, onca zamanda edindiği birikiminden süzülmüş görüşlerini paylaştı bizimle. Yalnızca bu bile, revan olduğumuz yolun değer ve kıymetine bir işaret daha çaktı. Ki öncesi ve sonrası, birbirinden kıymetli fotoğrafla iştigal hocalarımız ve dostlarımız da cabası. Ve Fırat, pek duymadığımız, alışılmışın ötesinde, derinlikli cümleler dillendirdi. Her biri çok önemli alıntılar yaptı. Kimi kıtalarda, kimi toplulukların, “her nesnenin bir ruhu vardır” söylemini hatırlatıp hemen her nesnenin bambaşka anlamlar taşıdığından, taşıyabileceğinden söz etti. Nesne(nin) estetiği, onun ruhu dedi. “Şu dayatılan piyasa estetiğinin”, estetik olma halinin, görsel sanatlarda bir baskı unsuruna, erke dönüştüğünü söyledi. Nesneyi ötekileştirmekten söz etti. Bunun ne kadar tehlikeli olduğundan. Nesnelerin ilk bakışta görünmeyen yüzünden. Birbirinden çok farklı coğrafyaların, kültürlerin, yaşamların ve daha çok şeyin, nasıl da tek düzleme indirgendiğinden. Yan anlamların öneminden dem vurdu. Bu anımsatmalar, bırakın bir hikâyeyi, bir temayı, en sıradan bir imgeye bile, çok yönlü bakmamız gerektiğini araladı. Söz daha insana gelmeden, sohbetin arasına “taştan izin aldın mı” diye bir soru düşürdü. İç hesaplaşmaya giriştik. Öyle ya, bırakın taşı yahut diğerlerini, izinsiz, gizli, apar topar… insanları nasıl fotoğrafladığımızı veya fotoğraflandığını hatırladık. Gördüğümüz her şeyi nasıl da nesneleştirdiğimizi. Ardından, genel bakış ve kaygı olarak süren “güzel fotoğraf anlayışı”na değindi. Ki, üzerinde çok kafa yorduğum bir husustu. Ve yer yer, ülkemiz fotoğrafının en büyük handikabı olarak bunu bende sık sık dillendirdim. Bunun yanına kendi tarihsel ve kültürel mirasına sırt dönmüş ve oryantalist bakan bir batılı kuşağın palazlandığını ekledim…

Sonra, konudan konuya geçiş yapan, akla sorular düşüren Fırat, bahsi görüntü kirliliğine getirdi. Evet, inanılmaz boyutlarda görüntü üretiliyordu. Bir bombardıman altındaydık. Neyse konusu, onun yalnızca görünen yüzünü gösteren taslaklar, fotoğraf olarak hemen her alanda yer alıyor, amansızca tüketiliyordu. Üretilen bu fotoğrafların sorgusu suali bir yana, yol açtığı vahim duruma parmak bastı Fırat. Anlamından koparılıyor her şey nesneye dönüştürülüyordu. Acılar, sorunlar ve sıkıntılar, çelişki ve haksızlıklar, trafik kazaları, ecelsiz gelen ölümler, savaşlar, yıkımlar ve yoksunluklar… bunca görüntü altında kanıksanıyor, içi boşalıyor ve sıradan, hatta olağan bir hale dönüşüyordu.

Derken, “varlıkta yok olmak“ diye bir cümle kurdu. Çok yönlü düşüneceğimiz bu söz öncelikle, konumuzun parçası olmaya, onunla bağlar kurmaya, anlamaya ve hissetmeye gönderme içeriyordu. Öte yandan varlığımız ne kadar belirginse, bunun o kadar risk doğuracağını da. Öznenin, kendi hali olamama durumu, çoğunluk fotoğrafçının varlığı ile ilgilidir ki bunu çoğumuz biliriz. Ne ki fotoğrafçı, konusunun parçası olunca, içine girince, kanıksanınca, bu durum, ancak o zaman bertaraf edebilir. Ki o tümce, buna yakın anlamlar taşıyordu…

Sözü bir ara ülkemiz fotoğrafına getirdi. Ve fotoğraf anlayışımızın nasıl ve kimlerden etkilendiğine. Bugüne nasıl gelindiğine. Şimdilerde hangi anlayışlarla neler yapıldığına. Popülist kaygılara… Amerika ve Avrupa’nın belgesel fotoğrafına vurgu yaptı. Ülkemizde, bu alanda nerdeyse yok denecek kadar çok az iş üretildiğine. Avrupa’dan kimi amatör derneklere özgü kreatif fotoğraf anlayışının bizde belgesel fotoğraf anlayışı olarak vuku bulmasına değindi. “Gittim, gördüm ve iki teneke filmle döndüm” klişesini hatırlattı. Çok önemli ve üzerinde enikonu düşünülmesi gereken görüşlerdi bunlar. “Sarsıldık” yanı sıra söylediği çok şeyle…

Sözü ve söylediklerimi daha fazla uzatmayacağım. Ki söz konusu söyleşiye dair söylenecek çok şey olmasına karşın. Lakin buraya göz süren, çalışmamızın öznesi olan her arkadaşımızdan da az çok katkı, görüş ve değerlendirme beklediğimi de hatırlatarak.

Ama beni en çok etkileyen, dillere pelesenk olmuş bir tanımı, başka türlü yorumladı ki, sözlerimi bununla noktalayacağım. Fotoğraf için, Latince kökeni de hatırlatılarak, “ışıkla yazı yazmak” ifadesi kullanılır. Bunu eksik ve yetersiz bulan Kamil Fırat’sa ışık için “doğal(lık)”, çizgi içinse “kültür” benzetmesi yahut eklemesi yaparak, söz konusu ifadeyi daha manalı, daha derinlikli ve nitelikli bir tanıma taşıdı…

Engin Kaban

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder