
"...Gün, henüz yüzünü göstermemişti; ama uçsuz, koyu maviliğin içinde az önce belli belirsiz farkedilen bulutları ala, mora, sarıya, turuncuya boyamıştı. Herşey, insanı sarhoş edecek güzellikte, başını döndürecek hızda anbean değişiyordu. Renkler; başka tonlara, ışıklar; kızıldan sarıya, sarıdan bakıra dönüyordu... Henüz uyanmamış, sokak lambalarının solgun ışıkları altında daha bir gizemli duran Cumalıkızık’a işte böylesi bir atmosferde girdik. Karşımızda, insanı başka zamanlara götüren, sessizliğin içinde bir masal köyü duruyordu. Derken, ezan sesi yırttı derin sessizliği. Ezan sesine karışan köpek havlamaları, uzun uzun öten horoz sesleri çınlattı sokakları. Ardından gelen kısa sessizliği bu kez, namaza giden erkeklerin ayak sesleri bozdu. Kapılar açılıp kapanıyor, bacalardan dumanlar yükseliyor, odun ateşinin kokusu sokaklara düşüyor, rüzgar, dağların havasını taşıyor, sabahın üşüten serinliğinde köy, günün ilk ışıklarıyla ağır ağır uyanıyordu. Kısa bir turun ardından soluğu bir köy kahvesinde aldık. Çayın demlenmesini bekliyorduk. Pek yabancı olmadıkları ziyaretçilerine selamlarını konduran kahvenin ilk müdavimleri birer ikişer yerlerini aldılar. Gidip gelen demli çaylar eşliğinde sanki dünden yarım kalmış gibi derin, ateşli sohbetlere koyuldular... Önce, çay kokusu sardı kahveyi. Ardından ilk çaylar eşliğinde yakılan sigaranın, tütünün kokusu. Sonra da üzerlerine meyve, toprak ve ahşap sinmiş insanların kokusu...
"Cumalıkızık" röportajımdan bir alıntı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder