1 Mart 2013 Cuma

Türkiye'de Fotoğrafçı Olmak…

Photo Dijital Dergisi’nde “yayın yönetmeni”, Fotoğraf Dergisi’nde ise “haber sorumlusu” olan Ömer Serkan Bakır’ın Canon, Epson, Kodak gibi dev firmaların sponsor olduğu fotoğraf sergisinin adı bu yazının başlığını taşıyordu. Söz konusu başlıkla göz göze gelen her kimse, Fotografevi’nde görücüye çıkan bu başlık altındaki serginin, Türkiye’de fotoğrafçı olmanın koşullarını içerdiğini düşünebilir. Ancak böylesi bir fikirle hiç bir yakınlığı olmasa da adı geçen çalışma, aslında bir yanıyla Türkiye’de fotoğrafçı(!) olmanın diğer yanıyla da ülkemiz fotoğrafının resmini aralıyordu... 

Klişe olabilirdi ama “Ara Güler’den İzzet Keribar’a Türk Fotoğrafı’nın Altmış Yüzü” diye bir başlık atabilir, sonra usta fotoğrafçılarımızdan bahsedip birkaç anekdot düşebilir, Bakır’a sorular sorup aldığım yanıtları süsleyerek, adı geçen sergi hakkında, hem de en gözde gazetelere haber olabilecek bir yazı yazabilirdim... Nitekim ünlü bir televizyona haber hazırlayan muhabir: “Bu sergi nasıl oluştu, neler yaptın, nasıl çalıştın?” türünden klişe sorular soruyor, Bakır ise Türk fotoğrafçılarını belgelemek istediğini, serginin devamı olan bir ikincisini açacağını, ikinci sergide kırk fotoğrafçının yer alacağını söylüyor ve bu çalışmasının bir albüme dönüşeceğini ekleyerek konuşmasını özetliyordu.


Serginin “afili” davetiyesinde ise şu cümleler dikkat çekiyordu: “60 Türk fotoğraf ustası bu kez objektiflerin tam karşısında.” ”Ömer Serkan Bakır’ın, kapsamı ile Türkiye’de bir ilk olan siyah-beyaz belgesel sergisinin açılış kokteylinde sizi aramızda görmekten mutluluk duyacağız.” “Belgesel” ve “usta” kavramlarının kıstası tartışmaya açık olsa da, doğrusu bu davetiye fotoğrafçıların ufkunu açıyordu. Mesela ülkemiz fırıncıları, hayat kadınları, kapıcıları, grafikerleri, tellakları, terzileri, aşıkları, şoförleri, işsizleri, kalaycıları... fotoğraflanabilir, Türkiye’de bir ilki yapmanın başarısı ile fotoğraf piyasasında statüko kazanılabilirdi. Ülkemizin ünlü yazarları, yönetmenleri, ressamları, oyuncuları, müzisyenleri ile çalışacak olanlar ise onlarla tanışmanın keyfini yaşayabilir ayrıca sanat dünyası ile ilişkiler de kurulabilirdi...

Radikal Gazetesi’nde Hasan Bülent Kahraman bir yazısının başlığında kullanmamış olsaydı, bu yazıya, “Allah’ım aklıma mukayyet ol!” başlığını düşerdim. Çünkü bu serginin neden açıldığına çok kafa yordum ancak ne içinden çıkabildim ne de neden yapıldığına dair bir yanıt bulabildim. Serginin, kavramsal olduğunu düşündüm... Bu kanımı ise serginin ağırlanmasını uygun gören galerinin sıkı küratörlerine, sanatçıyı yönlendiren sergi ve proje danışmanlarına bağladım. Ancak sonra ne olduysa jeton düştü... Adı çok duyulan ama bir türlü kendi görünmeyen Ara Güler gibi büyük ustamızı bu sergiden sonra artık herkes tanıyacaktı. Mesela İzzet Keribar’ı yolda görenler; işte o! işte İzzet Keribar! diyecekler ve ustamızı pas geçmeyeceklerdi. Evet, şimdi anlamıştım... Daha önce Fotoğraf Dergisi’nde kullanılan, kullanılmakta olan Nadir Ede’nin portresi bu sergide de yer almış, ayrıca bu sergideki fotoğrafların nerelerde ne işe yarayacağını da öğrenmiştim.

Yalnız bu belgesel çalışma, yüz yıl sonra okunduğunda: Faruk Akbaş’ın dalgıç, Cüneyt Oğuztüzün’ün balıkçı, kimisinin taksi şoförü, kimisinin iş adamı, esnaf ve benzeri meslek sahibi olduğu sanılabilirdi. Prof. Sabit Kalfagil’in bir yanında dijital makine, diğer yanında ise analog makine için tasarlanmış objektif duruyordu. Bu portrenin, bugün çok konuşulan dijital mi, analog mu tartışmasına ironik bir gönderme yaptığını düşünsem de, ne söylemek istediği sorgulanacaktı. Boynunda, elinde, önünde fotoğraf makinesi olanların fotoğrafla ilişkili oldukları var sayılacak; ancak bu ilişkinin ne olduğu ve boyutu ise anlaşılmayacaktı. Fatih Özenbaş, İbrahim Akyürek, Hatice Tuncer, İlker Maga, Muhsin Akgün, Hafize Kaynarca, Sedat Tosunoğlu, Özgen Özgenal, Mustafa Kocabaşı, Fethi Sabunsoy, Adnan Ataç, Bülent Özgören, Metiner Gören, Gülümser İşçelebi, Murat Taner, Bülent Çalımlıoğlu, Hakan Kızılcıkoğlu, Orhan Alptürk, Celal Oflaz, Sevil Üzrek, Cem Turgay, Dursun Ali Sarıkoç, İhsan Gerçelman, İlkan Özdağ, Özcan Ağaoğlu, Erol Özdayı, Çerkes Karadağ, Özcan Taras ve adını sayamadığım nice fotoğrafçı; bu sergi ya da yakında kitap olacak albümü referans alanlar tarafından yazık ki bilinmeyecekti...

Roland Barthes şunları söylüyor: “...Sıklıkla farkına vardığım halde fotoğraflandığım olmuştur. Böyle bir durumda, mercek tarafından izlendiğimi hissettiğim anda her şey değişiveriyor: Kendimi “poz verme” işlemine veriyor, bir anda kendim için bambaşka bir beden yaratıyor, bir görüntü öncesinde kendimi dönüştürüyorum. Bu aktif bir dönüşümdür: Fotoğraf’ın kendi keyfine göre bedenimi yarattığını ya da öldürdüğünü hissediyorum...”

Acaba bizim ustalarımız da değişmiş miydi? Bedenleri, ölü halleri miydi? Yoksa başka şeylere mi dönüşmüşlerdi? Bu pozların gerçeklikle, öznenin gerçekliği ile bir ilişkisi var mıydı? Yoksa yalnızca kamera karşısında takınılan haller miydi? An’a dair pozlar taranmış, seçilen fotoğraflar nasıl bir süzgeçten geçmişti? Süzgeç, kimin elindeydi? Portrelerin daha sevecen olması için Ara Güler’in, “beşyüzotuziki”sine başvurulmuş muydu? İfadeler, harcı aynı çamurdan yoğrulmuş gibi neden tek tipti? Fotoğraf bir nesneydi. Kendisine konu olan öznesini aşamıyordu. Tamam. Ancak kişinin ruh hali, sosyal durumu, kaygıları, çalışma alanları gibi derinliğe dair pek çabanın harcanmadığı görülen bu portreler, yarına hangi okumaları taşıyabilirdi? Fotoğrafların tümünün dikey kadraj olması bir üslup ise bu serginin konsepti ile bir tezat oluşturan özellikle Emine Ceylan ve Kamil Fırat portreleri nasıl açıklanabilirdi?

Oysa ta 19. yüzyılda Julia Margaret Cemaron’un, portresine konu olan insanların iç dünyalarını yansıtmak için inanılmaz çabalar harcadığı biliniyordu. Keza Nadar, döneminin önemli isimlerini kimi zaman günlerce çalışarak fotoğraflamış ve insanlığa bıraktığı bu portrelerle tarihe geçmişti. August Sander Almanya’da, 1905-1940 yılları arasında yaklaşık 30 yıl portre fotoğrafları çekmişti. Sander’in, bellek ve belge oluşturan çalışmaları birçok yönü ile o günlerin bu günden okunmasına ışık tutuyordu. Bugün bu alanda çalışacakların ufkunu açacak, nasıl çalışılması konusunda örnek olacak ve üstelik oldukça zor şartlarda çalışmış daha nicesini, nice ustayı saymak mümkün.


Yazık ki bugün gelişen teknolojiyle birlikte işlerin daha da kolaylaşmasına rağmen, birçok alanda olduğu gibi portre alanında da pek ileri gidememiş o çalışmaların üstüne taşlar, yeni taşlar da koyamamışız...

Son kullandığım üç nokta ile iddia ettiklerimle örtüştüğünü ve hatıra fotoğrafları olmaktan pek ileri gidemediğini düşündüğüm “Türkiye’de Fotoğrafçı Olmak” sergisine konu olan portreler/ustalar, en sevdikleri mekânlarda fotoğraflanmıştı. Kimileri evini, kimileri bir “cafe”yi, kimileri stüdyosunu seçmişti. Kimilerinde ise mekân kavramı yoktu. Mekânsızlığı içeren bu portreler bilinçli olarak mı yapılmıştı? Sanmam. Çünkü ülkemizde fotoğraf yapanların, fotoğrafla bir şeyler anlatma kaygısı duyanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bizim ülkemizde maalesef fotoğraf çekiliyor. Kanımca, Hindistan’a, Mısır’a, Fas’a, Nepal’a, çok uzaklara, başka diyarlara gidilmesi daha çok bundandır. Git, gör ve çek. Gör ve çek. Çek...

Ömer Serkan Bakır söz verdi. Akademiden mezun, fakat bir işe sap olamamış dolayısı ile ancak bir fotoğrafçı edebilecek iki arkadaşım ve beni bir arada çekip, önümüzdeki sergisinde izleyiciye sunacak. Biz, dersimize çalışmaya başladık bile. “Beşyüzotuziki.”

Engin Kaban
October 28th 2003, www.fotografim.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder