Klişe olabilirdi ama “Ara Güler’den İzzet Keribar’a Türk Fotoğrafı’nın Altmış Yüzü” diye bir başlık atabilir, sonra usta fotoğrafçılarımızdan bahsedip birkaç anekdot düşebilir, Bakır’a sorular sorup aldığım yanıtları süsleyerek, adı geçen sergi hakkında, hem de en gözde gazetelere haber olabilecek bir yazı yazabilirdim... Nitekim ünlü bir televizyona haber hazırlayan muhabir: “Bu sergi nasıl oluştu, neler yaptın, nasıl çalıştın?” türünden klişe sorular soruyor, Bakır ise Türk fotoğrafçılarını belgelemek istediğini, serginin devamı olan bir ikincisini açacağını, ikinci sergide kırk fotoğrafçının yer alacağını söylüyor ve bu çalışmasının bir albüme dönüşeceğini ekleyerek konuşmasını özetliyordu.
Serginin
“afili” davetiyesinde ise şu cümleler dikkat çekiyordu: “60 Türk fotoğraf
ustası bu kez objektiflerin tam karşısında.” ”Ömer Serkan Bakır’ın, kapsamı ile
Türkiye’de bir ilk olan siyah-beyaz belgesel sergisinin açılış kokteylinde sizi
aramızda görmekten mutluluk duyacağız.” “Belgesel” ve “usta” kavramlarının
kıstası tartışmaya açık olsa da, doğrusu bu davetiye fotoğrafçıların ufkunu
açıyordu. Mesela ülkemiz fırıncıları, hayat kadınları, kapıcıları,
grafikerleri, tellakları, terzileri, aşıkları, şoförleri, işsizleri,
kalaycıları... fotoğraflanabilir, Türkiye’de bir ilki yapmanın başarısı ile
fotoğraf piyasasında statüko kazanılabilirdi. Ülkemizin ünlü yazarları,
yönetmenleri, ressamları, oyuncuları, müzisyenleri ile çalışacak olanlar ise
onlarla tanışmanın keyfini yaşayabilir ayrıca sanat dünyası ile ilişkiler de
kurulabilirdi...
Radikal
Gazetesi’nde Hasan Bülent Kahraman bir yazısının başlığında kullanmamış
olsaydı, bu yazıya, “Allah’ım aklıma mukayyet ol!” başlığını düşerdim. Çünkü bu
serginin neden açıldığına çok kafa yordum ancak ne içinden çıkabildim ne de
neden yapıldığına dair bir yanıt bulabildim. Serginin, kavramsal olduğunu
düşündüm... Bu kanımı ise serginin ağırlanmasını uygun gören galerinin sıkı
küratörlerine, sanatçıyı yönlendiren sergi ve proje danışmanlarına bağladım.
Ancak sonra ne olduysa jeton düştü... Adı çok duyulan ama bir türlü kendi
görünmeyen Ara Güler gibi büyük ustamızı bu sergiden sonra artık herkes
tanıyacaktı. Mesela İzzet Keribar’ı yolda görenler; işte o! işte İzzet Keribar!
diyecekler ve ustamızı pas geçmeyeceklerdi. Evet, şimdi anlamıştım... Daha önce
Fotoğraf Dergisi’nde kullanılan, kullanılmakta olan Nadir Ede’nin portresi bu
sergide de yer almış, ayrıca bu sergideki fotoğrafların nerelerde ne işe
yarayacağını da öğrenmiştim.
Yalnız
bu belgesel çalışma, yüz yıl sonra okunduğunda: Faruk Akbaş’ın dalgıç, Cüneyt
Oğuztüzün’ün balıkçı, kimisinin taksi şoförü, kimisinin iş adamı, esnaf ve
benzeri meslek sahibi olduğu sanılabilirdi. Prof. Sabit Kalfagil’in bir yanında
dijital makine, diğer yanında ise analog makine için tasarlanmış objektif
duruyordu. Bu portrenin, bugün çok konuşulan dijital mi, analog mu tartışmasına
ironik bir gönderme yaptığını düşünsem de, ne söylemek istediği sorgulanacaktı.
Boynunda, elinde, önünde fotoğraf makinesi olanların fotoğrafla ilişkili
oldukları var sayılacak; ancak bu ilişkinin ne olduğu ve boyutu ise
anlaşılmayacaktı. Fatih Özenbaş, İbrahim Akyürek, Hatice Tuncer, İlker Maga,
Muhsin Akgün, Hafize Kaynarca, Sedat Tosunoğlu, Özgen Özgenal, Mustafa
Kocabaşı, Fethi Sabunsoy, Adnan Ataç, Bülent Özgören, Metiner Gören, Gülümser
İşçelebi, Murat Taner, Bülent Çalımlıoğlu, Hakan Kızılcıkoğlu, Orhan Alptürk,
Celal Oflaz, Sevil Üzrek, Cem Turgay, Dursun Ali Sarıkoç, İhsan Gerçelman,
İlkan Özdağ, Özcan Ağaoğlu, Erol Özdayı, Çerkes Karadağ, Özcan Taras ve adını
sayamadığım nice fotoğrafçı; bu sergi ya da yakında kitap olacak albümü
referans alanlar tarafından yazık ki bilinmeyecekti...
Roland
Barthes şunları söylüyor: “...Sıklıkla farkına vardığım halde fotoğraflandığım
olmuştur. Böyle bir durumda, mercek tarafından izlendiğimi hissettiğim anda her
şey değişiveriyor: Kendimi “poz verme” işlemine veriyor, bir anda kendim için
bambaşka bir beden yaratıyor, bir görüntü öncesinde kendimi dönüştürüyorum. Bu
aktif bir dönüşümdür: Fotoğraf’ın kendi keyfine göre bedenimi yarattığını ya da
öldürdüğünü hissediyorum...”
Acaba bizim ustalarımız da değişmiş miydi? Bedenleri, ölü halleri miydi? Yoksa başka şeylere mi dönüşmüşlerdi? Bu pozların gerçeklikle, öznenin gerçekliği ile bir ilişkisi var mıydı? Yoksa yalnızca kamera karşısında takınılan haller miydi? An’a dair pozlar taranmış, seçilen fotoğraflar nasıl bir süzgeçten geçmişti? Süzgeç, kimin elindeydi? Portrelerin daha sevecen olması için Ara Güler’in, “beşyüzotuziki”sine başvurulmuş muydu? İfadeler, harcı aynı çamurdan yoğrulmuş gibi neden tek tipti? Fotoğraf bir nesneydi. Kendisine konu olan öznesini aşamıyordu. Tamam. Ancak kişinin ruh hali, sosyal durumu, kaygıları, çalışma alanları gibi derinliğe dair pek çabanın harcanmadığı görülen bu portreler, yarına hangi okumaları taşıyabilirdi? Fotoğrafların tümünün dikey kadraj olması bir üslup ise bu serginin konsepti ile bir tezat oluşturan özellikle Emine Ceylan ve Kamil Fırat portreleri nasıl açıklanabilirdi?
Oysa ta 19. yüzyılda Julia Margaret Cemaron’un, portresine konu olan insanların iç dünyalarını yansıtmak için inanılmaz çabalar harcadığı biliniyordu. Keza Nadar, döneminin önemli isimlerini kimi zaman günlerce çalışarak fotoğraflamış ve insanlığa bıraktığı bu portrelerle tarihe geçmişti. August Sander Almanya’da, 1905-1940 yılları arasında yaklaşık 30 yıl portre fotoğrafları çekmişti. Sander’in, bellek ve belge oluşturan çalışmaları birçok yönü ile o günlerin bu günden okunmasına ışık tutuyordu. Bugün bu alanda çalışacakların ufkunu açacak, nasıl çalışılması konusunda örnek olacak ve üstelik oldukça zor şartlarda çalışmış daha nicesini, nice ustayı saymak mümkün.
Acaba bizim ustalarımız da değişmiş miydi? Bedenleri, ölü halleri miydi? Yoksa başka şeylere mi dönüşmüşlerdi? Bu pozların gerçeklikle, öznenin gerçekliği ile bir ilişkisi var mıydı? Yoksa yalnızca kamera karşısında takınılan haller miydi? An’a dair pozlar taranmış, seçilen fotoğraflar nasıl bir süzgeçten geçmişti? Süzgeç, kimin elindeydi? Portrelerin daha sevecen olması için Ara Güler’in, “beşyüzotuziki”sine başvurulmuş muydu? İfadeler, harcı aynı çamurdan yoğrulmuş gibi neden tek tipti? Fotoğraf bir nesneydi. Kendisine konu olan öznesini aşamıyordu. Tamam. Ancak kişinin ruh hali, sosyal durumu, kaygıları, çalışma alanları gibi derinliğe dair pek çabanın harcanmadığı görülen bu portreler, yarına hangi okumaları taşıyabilirdi? Fotoğrafların tümünün dikey kadraj olması bir üslup ise bu serginin konsepti ile bir tezat oluşturan özellikle Emine Ceylan ve Kamil Fırat portreleri nasıl açıklanabilirdi?
Oysa ta 19. yüzyılda Julia Margaret Cemaron’un, portresine konu olan insanların iç dünyalarını yansıtmak için inanılmaz çabalar harcadığı biliniyordu. Keza Nadar, döneminin önemli isimlerini kimi zaman günlerce çalışarak fotoğraflamış ve insanlığa bıraktığı bu portrelerle tarihe geçmişti. August Sander Almanya’da, 1905-1940 yılları arasında yaklaşık 30 yıl portre fotoğrafları çekmişti. Sander’in, bellek ve belge oluşturan çalışmaları birçok yönü ile o günlerin bu günden okunmasına ışık tutuyordu. Bugün bu alanda çalışacakların ufkunu açacak, nasıl çalışılması konusunda örnek olacak ve üstelik oldukça zor şartlarda çalışmış daha nicesini, nice ustayı saymak mümkün.
Yazık
ki bugün gelişen teknolojiyle birlikte işlerin daha da kolaylaşmasına rağmen,
birçok alanda olduğu gibi portre alanında da pek ileri gidememiş o çalışmaların
üstüne taşlar, yeni taşlar da koyamamışız...
Son
kullandığım üç nokta ile iddia ettiklerimle örtüştüğünü ve hatıra fotoğrafları
olmaktan pek ileri gidemediğini düşündüğüm “Türkiye’de Fotoğrafçı Olmak”
sergisine konu olan portreler/ustalar, en sevdikleri mekânlarda
fotoğraflanmıştı. Kimileri evini, kimileri bir “cafe”yi, kimileri stüdyosunu
seçmişti. Kimilerinde ise mekân kavramı yoktu. Mekânsızlığı içeren bu portreler
bilinçli olarak mı yapılmıştı? Sanmam. Çünkü ülkemizde fotoğraf yapanların,
fotoğrafla bir şeyler anlatma kaygısı duyanların sayısı bir elin parmaklarını
geçmiyor. Bizim ülkemizde maalesef fotoğraf çekiliyor. Kanımca, Hindistan’a,
Mısır’a, Fas’a, Nepal’a, çok uzaklara, başka diyarlara gidilmesi daha çok
bundandır. Git, gör ve çek. Gör ve çek. Çek...
Ömer
Serkan Bakır söz verdi. Akademiden mezun, fakat bir işe sap olamamış dolayısı
ile ancak bir fotoğrafçı edebilecek iki arkadaşım ve beni bir arada çekip,
önümüzdeki sergisinde izleyiciye sunacak. Biz, dersimize çalışmaya başladık
bile. “Beşyüzotuziki.”
Engin Kaban
October 28th 2003, www.fotografim.comEngin Kaban
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder