"Batum, Balalayka ve Necati"
Kemal Sunal anısına...
Trabzon civarında bize ulaşan kara haber bir rüya, bir yalan gibi geçiyor
kanallardan. Mavilik, yeşillik, yer, gök; her şey, her yan griye kesiyor
birden. Yüzü sulara, sırtı yeşil dağlara dönük şirin kasabanın çay ve deniz
kokulu insanları sarıyor etrafımızı. Boyunları bükük, kulaktan kulağa
fısıldıyorlar. Yürekten yüreğe düşen kara haber dört yana yayılıyor. Karşı
yandaki yapı işçileri oldukları yere sinmiş, başları elleri arasında bize
bakıyorlar. Bizlerse ne yapacağımız konusunda kararsız ve beteriz. Tekrar yola
revan oluyoruz. Yollar o eski yollar değil. Ne heyecanı kalıyor ne de
güzelliği. Ağızları bıçak açmıyor. Ara ara ekrana düşüyor cemali; bir gülüyor
ağız dolusu, bir gülüyor öyle içten.
Bizden önce yola çıkmış ekiple iki Sırp köyünü ayıran sınır
kapısında buluşuyor ve birlikte geçiyoruz Gürcistan topraklarına. Haklarında
pek bir şey bilmediğim, dillerini anlamadığım ama konuşurken ağızlarından
çıkan “Kemal”, “Şaban”, “nasılsın” gibi tanıdık sözcükler ve onlara yüklenen
mimiklerle; her yerde her zaman anlaşılabilecek bir yol olduğunu bir kez daha
anlıyoruz.
Buraya adını veren heybetli, yüksek sarp yamaçlar sağımızda, hırçın Karadeniz
solumuzda, konvoy tutmuş Batum yollarındayız. Bizim tarafla bu yaka birbirine
benzese de yine de bir ayrılığı, başka bir havası var. Bir sabah
uyandıklarında, (1934) köylerinin ikiye ayrıldığını görüyor “Lazlar”. Bir
yanları burada, yakınları öte yanda kalıyor.
Otobüsün ön tarafına oturmuş meraklı gözlerle etrafı izliyorum. Zaman zaman
yavaşlıyor, yol üstünde park etmiş, “büyükbaş”ların yanından, yöresinden
direksiyon kırıyoruz. “İsminin menşei buraya dayanıyor” diye duyduğumuz ve
türkülere konu olan Batum’un batağı, şimdilerde sözde kalmış. Hatta Sarp’tan
sonra ilk karşımıza çıkan Gonia Köyü ve çevresi de bir zamanlar bataklıkmış.
Adını burada gönye yapıp denize dökülen Çoruh Nehri’nden alan bu köy, diğerleri ve her yan bugün göz alabildiğine yeşil bir derya. Denizler,
kıtalar aşıp gelen okaliptüs ağaçları ve insan azmi ne batak bırakmış ne de
bataklık. Söz yeşillikten açılmışken, yine insan emeği ve alın teri ile
oluşturulmuş dünyanın ikinci büyük botanik bahçesini anmamak olmaz. Adına
“Çürük su” da denen, mimarisi ve doğal güzelliği ile dikkat çeken Kobiletti
Köyü’nün yanı başına kurulmuş bahçenin mimarı, biyolog Krastnov. Yaşamını
buraya adamış profesörün, mezarının da içinde bulunduğu ve yüzlerce çeşit
ağacın, bitki türünün barındığı “arboretum” görmeye değer güzellikte.
“Yağdı mı bir daha zor diner, griye çaldı mı gün yüzü göstermez” dedikleri puslu,
Batumlulara sürekli mendil taşıtan bu nemli ve sisli şehir; aynı zamanda
rakımın eksilerde dolaştığı ender yerlerden. 20 km.’lik yolu bir solukta alıp
konaklayacağımız Sputnik Otel’e geliyoruz. Otelimiz kent merkezinin dışında,
onu çevreleyen yeşille bezenmiş birçok tepeden birine kurulmuş. Tam karşımızda
ki tepe her gün bambaşka tonlara, tarifsiz renklere, her gün ayrı bir
atmosfere bürünen gün batımlarının en iyi izlendiği yer. Aynı zamanda plato
olan ve neredeyse tüm Batum’u panoramik gören bu seyir tepesi akşamları uğrak
yerimiz oluyor.
Günler, geride kalanları ve Necati’nin halefini beklemekle geçiyor. Kemal
Sunal’la çalışacak olmanın heyecanı ile bir araya gelmiş bu insanlar, yeni
sürecin şaşkınlığını ve burukluğunu yaşıyor. Senaryoyu ellerinden düşürmeyen
oyuncular rollerini çalışıyor, kostümcüden ışıkçıya set çalışanları boş
durmuyor. Akşamları bir araya gelip tutuştuğumuz sohbetler, dönüp dolaşıp
Necati’ye, onu canlı kılacak Kemal Sunal'a dayanıyor.
Güvenliğimiz konusundaki uyarılar pek dikkate alınmasa da, genellikle gruplar ve rehberler eşliğinde iniyoruz kente. Şöyle bir geçip uzağından baktığımız Batum, iyiden iyiye gizemini büyütüyor içimde. Bir yolunu bulup sık sık soluklandığım şehirde, biraz ürkek ve heyecanla dolaşıyorum. Okumuş her yürek gibi bir zamanlar dünyayı sarsan geçmişini ve onun izlerini görmeye çalışıyorum. Ertesi günlerde caddelerine, sokaklarına ve içlerine girip ilgimi çeken her ne varsa oraya yöneliyor, beni çağıran birçok şeyin peşine düşüyorum. Benim peşime ise dolaşırken, sokaklarında, kapı önlerinde, nereye gitsem hep duyduğum tanımlayamadığım o “mayhoş” koku düşüyor.
Dikkatime ilk düşen caddeleri doldurmuş minik, eski püskü, ama
rengârenk Lada ve Volga’lar oluyor. Bunların arasından birden bire beliren koyu
camlı kara Mercedes’ler gelip geçiyor hızla. Volga’nın camından gülerek poz
veriyor yaşlı biri. Tesadüf o ki mersedesin camındansa silah gösteriyor kara
gözlüklü diğeri. Korkumu atıp kendime döndüğümde bu kez siyah giyinen
insanların çokluğu ilgimi çekiyor. Kara giysiler modadan mateme kadar pek çok
nedenle kullanılıyor. Özellikle yakınlarını yitiren orta yaşın üstündeki
kadınlara artık gelenekler neredeyse bu renkten başkasına izin vermiyor. Kentin
kıyısı boyunca uzanan Rıhtım Caddesi’nin limana bakan yüzüne yana yana dizilmiş
daha çok içki içilen kafe tarzı mekânlar hâkim. Batum’a ayak basan ve yeme içme
derdine düşen her kimse 24 saat açık bu yerlere mutlaka uğrar. Onlara
geleneksel Gürcü yemeklerinden özellikle Ocahuri (et yemeği) ile Hocapuri’yi (hamur
işi) ve Stalin’in de içtiği Hıvançkara şarabını tatmalarını öneririm.
Batum’un tamamında bu tarz yerleri ne yazık ki beyaz plastik masa ve sandalyeler
süslüyor. Onların soğukluğu hissedilse de bu ve benzer mekânlarda karşınıza çıkan sevimli, genelde tonton ve yaşlı kadınların dostluğu
ortamı ısıtıyor. Kentin en işlek Chavehavadze Caddesi Tiflis Meydanı’ndan
geçiyor. Orta yere kurulmuş meydan kentin nabzının attığı cıvıl cıvıl, oldukça
kalabalık bir yer. İçinde envai çeşit satıcının bulunduğu bu yere “seyyarlar
yurdu” da denebilir. Bir yerde iki dakika durunca etrafınızı poşet, sigara,
hamur işi, kuru yemiş, çiçek, sakız ve benzerlerini satan çocuklar, kadınlar ve
dilenciler sarıyor. Sık sık rastlanan ve her köşe başına tünemiş siyah çekirdek
satıcıları ise yalnızca kadınlar. Çinko taslar içinde kristal bardaklarla
ölçülen çekirdeğin bir bardağı beş tetri. Yüz tetri’nin bir lari, bir lari’nin
de üç yüz Türk Lirası ettiği Gürcü parası şimdilik pek değerli. Para işlerinin
döndüğü neredeyse her dükkânın bir köşesine eğreti olarak kurulmuş,
kaldırımlara açılmış, hatta seyyarlarına bile rastlanan döviz bürolarının
çokluğu insanı şaşırtıyor. Kalabalığın içinde dolaşırken ayıkladığım insan
yüzleri 19. yy. Gürcü ressamlarından Pirosmani’nin resmettiği portreleri
andırıyor. Bu gün Gürcülerin yanı sıra Ermenilerin, Rusların, birkaç köyünde
Lazların, az da olsa Yahudilerin yaşadığı Batum’un nüfusu 350 bin. Bir zamanlar
diz dize yaşayan bölge haklarından portreler yapan Pirosmani’nin çağdaşı Lado
Gudiaşvili ve ülkenin önemli ressamlarının yanı sıra dünyaca ünlü sanatçıların
eserleri de Gorki Meydanı’nda bulunan sanat müzesinde sergileniyor.
Kiminde palmiye, pelit, kiminde çamların, çınarların yol boyu uzandığı
birbirinden farklı ağaçlarla donanmış sokaklar da bu meydana açılıyor. Mimarisi
ile ünlü meydanı geçip denize doğru yürüdüğümüzde uzunluğu 3 km.’yi bulan
Batum’un en büyük parkına geliyoruz. Parkın girişinde fıskiyelerle süslü,
çiçeklerle bezenmiş havuzun başında, bizi Memet Abaşidze’nin heykeli selamlıyor.
Ülkenin bağımsızlığında önemli mücadeleler vermiş Mehmet Abaşidze, şimdiki
cumhurbaşkanı Aslan Abaşidze’nin dedesi. Her kesimden insanın gezindiği parkı
geçip denize ulaştığınızda Batum’un insan seli kıyıları, bu bölgenin eskiden
beri dinlence ve eğlence yeri seçilmesinin nedenini iyi açıklıyor.
Eğlencelerine oldukça düşkün Gürcüler düğün, doğum günü ve ölümlerde de aynı
coşkuyla bir araya geliyor, yemeklerin ve oyunların ardından sabahlara dek içki
içiyorlar. Tam kadro katıldığımız 'Batum Tiyatro Salonu’nda Gürcü oyuncuların,
“Kemal Sunal” anısına düzenlediği gecede, “biz kayıplarımızın ardından şarap
içer, onu böyle yâd ederiz” diyorlar. Cenazelerini en yeni giysileri ile açıkta
ve omuzlarda taşıyor, sokak sokak dolaştırıp ardından süslü arabası içinde
mezarlığa getiriyorlar. Genelde granit her mezar taşına orada yatan
insanların suretleri işlenmiş. Kimilerinde yaşamının çeşitli dönemlerinden
fotoğraflar, kimilerinde ise sevdiği özel eşyalar yer alıyor. Mezar başında
içilenlerin dışında sonraki ziyaretçiler için bırakılan içkiler bir yanıyla
geleneklerini diğer yanıyla da içkinin hayatlarındaki önemini vurguluyor.
TAMADANIN GÖREVİ
Derin laciverdi insanı içine çeken buğulu yeşiliyle pek sakin denizin
kıyısındayız. Ve karşımızda Batum Limanı. Bir yanda denizde batan ateşten bir
top, diğer yanda kentte tek tük yanmaya başlayan loş ışıklar. Az ötede heybetle
yükselen 1941-1945’lere tarihlenen “Meçhul Asker Anıtı”. Bu anıtta,
diğerlerinde, heykel ve duvar resimlerinde, çeşitli yapılarda, insanların anılarında
ve yakalarda taşınan rozetlerde geçmişin izlerine rastlamak mümkün. Sahilde
Gürcü dostların kurduğu masaya davetliyiz. Ve “Tamada”mız Kerem iri yapılı,
tıknaz, kara bıyıklı, burada yaşayan bir Türk. “Tamada” saki benzeri bir şey
ama aynı değil. Votkaları dağıtan ve masaya kontrol eden o. O kadeh kaldırmadan
kadehler kalkmıyor. Kerem, “votka masaları felsefe masalarıdır, kişiliğin
sınandığı, bilgilerin paylaşıldığı adaplı toplantılardır. Ben tercümanlık
yapacağım için beni seçtiler, aslında tamada masanın en ileri gelenidir” diyor
ve ekliyor: “Hiçbir kadeh boş kalkmaz. Kadehler birçok şeyin anısına, önemli
şeylere, dileklere, umutlara ve aşklara kaldırılır.” Bizler de kadehimizi Kemal
Sunal’a ve “Balalayka” film ekibine kaldırıyoruz…
Ben “balalayka” ile kez otobüste karşılaştım. Üç telli, üçgen gövdeli geleneksel
Rus çalgısı, ekibe yol boyu coşkuyla eşlik etmişti. Oysa şimdi setten sokaklara
düşen sesi, sanki hüzün dolu. Çekimler kentin çeşitli mekânlarında sürüyor. Bu
gün Era Meydanı’ndayız. Bu meydan ismini Gürcistan’ın Avrupa konseyine kabul
edilişinin anısına almış. Meydanda üç katı geçmeyen birbirinden güzel mimari
yapılar sıralanıyor. Hiçbir yapı diğerinin aynı değil. Genelde beyaza boyanmış
taş binaların kimileri cumbalı, pencereleri kare planlı ya da kemerli. Kimilerinin ise saçaklıklarında birbirinden ilginç rölyefler ve heykeller yer
alıyor. Tüm bu mimari dokuyu bir banka binası bozuyor. Ayna camlı bu bina, bir
kafes gibi karalara bürünmüş öylece sırıtıyor.
Sette hummalı bir koşuşturma. Elinden düşürmediği ışık ve renk ölçerini dört yana çeviren ve oldukça özenli çalışan ünlü görüntü
yönetmeni Mirsad Heroviç, aslında neşeli bir yapıya sahip. Ancak setteki
gerginlik zaman zaman onun bile tadını kaçırıyor. (Rivayet o ki yönetmen Ali
Özgentürk, uçak fobisi olan Sunal’a aşırı ısrarda bulunmuş. Daha uçağa binmeden
heyecanlanıp kalp krizi geçiren büyük oyuncuya tıbbi müdahale de gecikince
olan olmuş. Ve Özgentürk’ün bunaltan sekterliği bundanmış.) Setten
yükselen “sessizlik” ve “suçirme” sözleri avazlardan etrafa yayılıyor.
“Suçirme” sessizlik, “gamarcoba” merhaba, “madloba” ise sağ ol demek.
Dillerinden edindiğim birkaç kelime ile konuşmaya çalıştığım gül yüzlü
izleyiciler kendi aralarında fiskos yapıp gülüşüyorlar. “Balalayka’yı
konuşuyorlar. Set arkasında gergin bir bekleyiş sürüyor. Ben ise senaryoyu
okuyarak, kafamda pek çok kare oluşturmama karşın, istediğim fotoğrafları
çekemememin sıkıntısını yaşarken köşe başında bizi izleyen Şaso ve Eteri ile
tanışıyorum. Gömleğinin ilk üç düğmesi açık, gümüş bir hacın göğsüne düştüğü,
işli bastonu ile şezlongunda oturan bu adam İncil’den tasvirlerle süslenmiş
kâğıt plakasından sardığı tütünden, eşi eteri ise sattığı çekirdekten ikram
ediyor. Ama bunun ikram olduğu, dostluk adına sunulduğu gözlerdeki samimiyetten
açıkça okunuyor. Bakışlarla anlaştığımız bu insanlarla aramızda tarifsiz bir
yakınlık doğuyor.
Sabahın erken saatlerinde başlayan çekimler gün boyu
sürüyor. Doğusu gri bulutlarla kaplı gün, bir gidip bir geliyor. Bir yanı günlük
güneşlik iken diğer yanı fırtınaya dönüyor. Çatıları yalayan, sokaklara son kez
düşen akşam ışıkları her yanı efkârlı bir sarıya boyuyor. Uzaklardan yine siyah
giysili insanlar geçiyor. Buradan ayrılırken aklım, etrafımızı saran insanların
meraklı bakışlarında ve gözleri gök mavi Şaso ile Eteri’de kalıyor.
Yeniden memleket yollarındayım. “Necati”siz, “Balalayka”sız… Otobüsün ekranında bildik tanıdık, ama her seyrimizde annemizden dinlediğimiz bir masal gibi mutlu sonlanan “Şaban” filmi.
Ve her şeye rağmen içime düşürdüğü umutla, geceye gözlerimi kapıyorum…
Engin Kaban Cumhuriyet Dergi, Eylül 2000